1860 da Barselona'da Cerdà Plan'ı olarak bilinen şehir planının hayata geçmesi ile Paseo de Gracia çok önemli bir bulvar olur. Bulvar kısa zamanda at arabalarının ve yayaların gezinti ve sosyalleşme alanı haline gelir. 20.yy'da ise arabaların kullandığı ana artere dönüşür. Şehrin önemli aileleri gelişen bu bölgede kendilerine apartmanlar yaptırmaya başlarlar. 1877 yılında Gaudi’nin öğretmenlerinden biri olan Emilio Salas Cortés tarafından bulvarda inşa edilen bir bina, 1903'te tekstil fabrikatörü Mr. Josep Batlló Casanovas ve eşi tarafından satın alınır. Bu yapı, olağanüstü özelliklere sahip olmayan klasik bir binadır. 7 katlı olan binada bir
bodrum, bir zemin, dört oturum katı ve bir çatı katı olup arkasında bir teras bulunmaktadır. Foto:https://www.barcelona-tourist-guide.com/en/gaudi/casa-batllo.html
"Kemikler Evi”, Casa Batlló;
Satın alma sonrası aile evin yıkılıp tekrar inşa edilmesini istemiştir, fakat mimar Gaudi buna gerek olmadığını ve sadece yenilenmesinin yeterli olacağı konusunda onları ikna etmiştir. Bina, 1905-1907 yıllarında işverenin arzularını dikkate alıp mevcut bir bina üzerinde restorasyon yaparak yeniden tasarlanır. Bu maksatla Gaudi, Josep Maria Jujol ile birlikte çalışır ve binanın tüm ön yüzünü yıkar, ön cepheyi biraz öne açılan şekilde yapar. İç kullanım planını da tamamen değiştirir.
Projelerinde binaları heykel gibi düşünen Gaudi, bu binanın bütün detaylarını özgün tasarlamıştır. Gaiudi'nin eseri olan bina, büyük bir sanat eseri olmasına karşılık aynı zamanda inanılmaz fonksiyonel ve modern karakteriksel özellikleriyle 20.yüzyılın mimari trendlerinin habercisi olmuştur.
Gaudi çalışmalarında belli bir tanınırlığa ulaşıp, müşterilerin güvenini kazandıkça harcamalarında mali özgürlüğü artmıştır. Böylece çalışmalarında yaratıcılığını ifade etme olanağını bulmuştur. Gaudi'nin en önemli tasarım kriterleri, estetikle beraber yaşayanlara konforlu bir iç ortam sunulması, fonksiyonellik, ergonomi, enerji ve suyun verimli kullanımıdır. Bu kriterlerin sağlanması için bina cephesi, binanın iç bölümlemesi, karolar, mobilyalar, kapılar, pencereler, camlar, kapı kolları, merdivenler gibi her unsurun tasarımı dahildir.
Her zaman ilhamını doğadan alan Gaudi, Casa Batlio'da yaratıcılığını kullanarak özgün bir çalışma yapmıştır. O zamana kadar hiçbir mimarın cesaret edemediği derecede canlı renklerin kullanıldığı, çok yenilikçi, neşeli ve çarpıcı bir tasarım yapmış, binayı bir sanat eserine dönüştürmüştür.
Binanın dış duvarları, girintili çıkıntı görüntü verebilmek için yeniden tasarlanıp, alçıyla sıvanarak renkli cam diskler, seramiklerden oluşan mozaik işlemelerle döşenen rengarenk bir atmosferdir. İşlenmiş demir kalıplarla tek parça olarak yapılan balkon korkulukları maske şeklindedir.Balkonlarında kemik görünümlü sütunlar vardır. “Kemikler Evi” denmesinin sebebi ise dış cephe görüntüsünde ilk dikkati çeken balkonlardır. Alt pencerelerdeki sütunlar da ince uzun kıvrımlı yapıları ve eklemi andıran ara formlarıyla iskelet yapısını andırmaktadırlar.
Yapının çatısı da mimari açıdan çalışılmış bir kısımdır. Çatının katı kullanımında kolayca görüleceği gibi parabolik, eğer şeklinde bir konstrüktif yapı vardır. Yılan iskeletinden esinlenen bu konstrüksiyon Gaudi’nin buluşlarından biridir. Bir sürüngen görünümünde olan çatı, kimilerine göre bir dragonu kimilerine göreyse bir dinozoru temsil etmektedir. Binanın yüzeyi hakkında çok yorumlar bulunmaktadır. Bazıları Monet'in meşhur nilüfer çiçeğine benzetmektedir. Herşeyi Gaudi tarafından tasarlanmış bu ev genel anlamda modernizm veyaArt Nouveau gibi tanımlanabilir.
Binanın içine girdiğinizde; Gaudi binaya bir iç ek merdiven yaparak Batlló ailesinin ve kiracıların merdivenlerini birbirinden ayırarak dayanıklı demir korkuluklarla özel giriş yapar. Zemin kattaki giriş holündeki ergonomik tasarımıyla spiral merdivenler sizi adeta çatıya uçurur. Batlio ailesinin katına çıkarken büyük bir hayvanın omurgasını andıran devasa tahta merdivenleri, kemerli tavanlarıyla ve kaplumbağa kabuklarını andıran aydınlatmasıyla sanki deniz içinden yukarıya doğru yüzüyormuş gibi hissedilir.
Binanın artistik olarak çok güzel olmasının yanı sıra odalar da çok iyi fonksiyona sahip olacak şekilde tasarlanmıştır. Her türlü iç ve dış tasarım, mobilyalar ve bina parçalarının ergonomisi vb. projede her şey çok ince detaylarına kadar düşünülmüş, Gaudi yaratıcılığını en yüksek düzeyde kullanarak tasarlamıştır. Gaudi'nin en önemli özelliklerinden birisi bir binayı ve detaylarını ilk baştan çizip çalışanlarına vermemesiydi. Binayı bir bütün heykel gibi görüp işi sürekli olarak planlayıp ve tasarımları geliştiriyor, çalışanlarına gösteriyor ve inşaata devam ediliyordu.
İlhamını doğadan ve organik formlardan alan Gaudi, Passeig de Gràcia’ya bakan salonun tavan, kapı ve pencerelerinde; yuvarlak ve düzensiz formlar, kapı ve pencerelerde mavi-yeşil tonlardaki cam malzemelerle Barselona’ya hayat veren denizin yorumunu öne çıkarmıştır. Böylece günün farklı saatlerinde güneşin eğiminin değişmesi ile harika renk huzmelerinin odaya dolması sağlanmıştır. Odanın pencereleri kaldırıp – indirilerek açılabilir şekilde ağaç çerçevelerden yapılmıştır.
Pencere tirizi veya pervazı kullanılmamıştır, böylece bütün camları açıldığında panoramik görüntüye sahip olunması sağlanmıştır. Pencerelerin dışı ince Montjuic kum taşından yapılmış kemiği andıran zarif sütunlarla ve çeşitli modern çiçek desenleriyle süslenmiştir. Salonun ihtiyaca göre kapılarının açılıp kapanması ile büyüyebilmesi ve küçülebilmesi mümkündür; böylece evde formların devamlılığı ve akışı gözlemlenebilmektedir.
Fotoğraflar : © Hülya Uğuz Yedievli
Gaudi, binada iç ve avlu olmasını pasif güneş mimarisini kullanabilmek için bir avantaja döndürmüştür. İç avluyu hem aydınlatmada hem de kışın içeriyi sıcak tutmak, yazın da binaya denizden veya dağdan gelen esintilerin binanın içine alınmasını sağlayan sera olarak tasarlamıştır. Binanın ışığı yeterince alabilmesi ve havalandırmanın doğal yollardan yapılabilmesi için planlanmış olan avlular; cepheleri, şekilleri ve renkleriyle şölensel bir görünüme sahiptir.
Binaya gelen ışığı genişletmek için en alt katlarda açık mavi tonlarında cilalı çinilerle döşediği duvarların rengi üst katlara çıkıldıkça koyulaşmaya başlar. İç avluda pencerelerin büyüklükleri, alt katların daha fazla ışık ihtiyacı dikkate alınarak belirlenmiştir; üst katlara doğru pencereler küçülür, böylece ışığın düzenli dağılımı sağlanır. Aynı zamanda alt katlarda genişleyen pencereler doğal ışığın girmesi için hafif yukarı doğru bakar. En tepede demirle birleştirilmiş geniş çatı penceresinin camlarından ışık bir şelaleden dökülürcesine tüm binayla buluşur. Bina alındığı zaman elektrik olmadığı için asansör yoktur. Ancak yenileme zamanında binaya asansör eklenmiştir. Gaudi’nin ışığın ortasına kurduğu ağaçtan asansör hala çalışır durumdadır.
Binanın arkasında bina sakinlerinin yazın bir vaha gibi serinleyecekleri teras alanı yapmış alanı yapılmış; bu alan saksılar, seramikler ve çiçeklerle süslemiştir. Terasın arkasında, yan duvarlarında yine (trencadis olarak adlandırılan) kırık seramik parçalarından mozaik duvar süslemeleri yapılmıştır. Yer karoları yine Gaudi’nin tasarımıdır.
Her bir parçayı çok dikkatli olarak çalışan Gaudi, sürdürülebilirlik konusunda son derece hassas davranmaktadır. Gaudi, binaların soğuk ve sıcaktan korunabilmesi için kabuklarının olması gerektiği düşüncesindeydi. Çatı katı çamaşırlık ve depo olarak tasarlanırken aynı zamanda binaya kabuk görevi görmekteydi. Burası akdeniz iklimine uygun olarak güneşi yansıtması için beyaz renge boyanmıştı.
Çatı katına çıkıldığında görsel şölene dönüştürülen alana gelinir. Gaudi, etraftaki evlerin çatılarının çirkin metal yığınlarıyla dolu olduğunu fark edip bundan rahatsızlık duyar. Gaudi harcamalarında özgür olmasına rağmen malzeme için çok fazla para harcamayı istememekteydi.
Yapmış olduğu binalarda en çok maliyet getiren unsur binanın ve detaylarının tasarımının kendisi tarafından tek tek yapılmasıdır. Bu nedenle bütün binada mümkün olan yerlerde başka şehirlerden diğer inşaatlarda kullanılan geri dönüşüm malzemeleri, kırık seramikleri, şişeleri kullanıp onları doğayı yansıtan muhteşem bir sanat eserine dönüştürüyorlardı. Casa Batllo binasının tüm cephelerinde, su deposu, havalandırma bacalarında estetik yaklaşımı ile kırık seramik parçaları özel tasarımı ile birleştirerek ortaya bu muhteşem görüntünün çıkmasını sağlamıştır. Binanın çatısı bir ejderhanın arka görüntüsü şeklindedir, farklı renklerde kiremitler kullanılarak hayvanın omurgası canlandırılmıştır. Kiremitlere verilen metalik görüntülü renk geçişi adeta canavarın yaşayan formuna benzetmek içindir. Yeşilden – koyu mavi – mor – kırmızı- pembeye geçişleriyle.
Bütün tasarım kriterleri, sanatsal yaklaşımın sonucunda bina hem ekonomik hem sosyal ve çevresel açıdan oldukça başarılı bir proje olmuştur. Proje zamanında oldukça ilgi görmüş insanlar bu evlere davet edilmeyi prestij olarak görmüşlerdir. İstisnai evrensel değeri nedeniyle 1984'ten beri UNESCO Kültür Dünya Mirası listesine alınmıştır.
Hülya Uğuz Yedievli
Ekonomist, Gayrimenkul Geliştirme Uzmanı
Gayrimenkul Geliştirme Akademisi Kurucusu
Kaynaklar
Barselona Teknik Gezi Notları, 2017
Fotoğraflar: © Hülya Uğuz Yedievli
https://mahdiarg.files.wordpress.com/2011/10/casa-batllo-case-study-form-diagram.pdf
http://www.mimdap.org/?p=156621
Dünyada içilebilir su kaynakları düşündüğümüz kadar çok değildir. Bu nedenle içilebilir su kaynaklarının yalnızca içme suyu olarak kullanılması, bahçe sulama, araba yıkama, sifon ve dış alanların temizliğinde yağmur sularının toplanarak filtre edildikten sonra kullanılması çok önemlidir.
Dünya'daki toplam su miktarı 140 milyon km3'tür. Bu suyun yüzde 97,5'i denizlerde ve okyanuslardaki tuzlu sulardan oluşmaktadır. Geriye kalan yüzde 2,5'lik pay, yani 35 milyon km3, tatlı su kaynağı olup, çeşitli amaçlar için kullanılabilir olduğu belirlenmiştir. Ancak tatlı su miktarının yüzde 68,7'si kutuplarda buzul kütle, yüzde 30,9'u yeraltı suyu ve sadece binde 4'ü yerüstü suyu ve atmosferik buharlardan oluşmaktadır. Şekilden de görüleceği üzere şu anda Dünya'daki kullanılabilen yerüstü su miktarı toplam potansiyelin sadece binde biridir.
Dünyada Yıllık Teknik ve Ekonomik Olarak Kullanılabilir Su Miktarı: 9 bin km3’tür. Dünyanın yıllık toplam yenilenebilir tatlı su miktarı 47 bin km3'tür ve bu miktar su, karalarda canlıların kullandığı tatlı su kaynaklarını beslemektedir. Toplam yıllık yenilenebilir su miktarı değişik kaynaklarda, farklı değerlerde, örneğin 40 bin km3 veya 41 bin km3 olarak verilmektedir. Karalara düşen toplam yıllık yağışın ancak üçte birlik kısmı su kaynaklarını beslemektedir. Bu oran bölgelere göre değişmektedir. Akışa geçen miktarın bugün için ancak 9 bin km3'ü teknik ve ekonomik olarak kullanılabilir durumdadır.
Öte yandan bu kaynakların tümüne ulaşmak da kolay değildir. Nehirler ve göllerdeki su miktarından kat kat fazla su potansiyeline sahip yeraltı suları çoğu kez ulaşılması imkânsız derinliklerde bulunmaktadır. Yüzey sularının çoğu ise, ya insanların ihtiyaç duyduğu yerlerden çok uzaklardadır ya da kontrol altına alınamayan taşkınlarla faydalanılamadan denizlere akmaktadır.
Suyun Yenilenme Hızına Dikkat
Su, “hidrolojik çevrim” içerisinde, bulunduğu duruma göre değişik dönüşüm hızlarına sahip olur. Diğer bir ifade ile hidrolojik çevrim sisteminin her elemanı farklı zaman dilimlerinde yenilenebilmektedir. Hidrolojik çevrim elemanları içinde dönüşümünün hızlı olması nedeniyle, nehirlerdeki su yaşamsal bir önem arz etmektedir. Suyun dönüşüm süreci içerisinde, nehir akışları sadece miktar olarak değil, kalite olarak ta kendini yenileyebilmekte ve zaman içerisinde kendi doğal temizliğine dönebilmektedir. Bu nedenle nehir sularının zamansal ve uzaysal dağılımının bilinmesi ve değerlendirilmesi günümüzde çok önem kazanmıştır. Örneğin bütün okyanusların yeniden dolup boşalması 2.500 yılda, kutuplardaki buz dağlarının yenilenmesi 10.000 yılda, derinlerde bulunan yeraltı suyunun ve dağlardaki buzulların ise 1.500 yılda doğal dönüşümünü tamamladığı ifade edilmektedir. Diğer yandan göllerde bulunan sular 17 yılda ve nehirlerdeki sular ise sadece 16 günde yenilenebilmektedir.
Ülkemizin Su Kaynağı Durumu
Ülkemizde mevcut 112 milyar m³ kullanılabilir su kaynağından yararlanma oranı yaklaşık yüzde 39 olup, bu kaynağın 32 milyar m³’ü (yüzde 73) sulamada, 7 milyar m³’ü (yüzde 16) içme ve kullanmada, 5 milyar m³’ü (yüzde 11) sanayide kullanılmaktadır. Ülkemiz, 2013 yılı itibarıyla kişi başına düşen yaklaşık 1.500 m³ kullanılabilir su miktarı ile su kısıtı bulunan ülkeler arasında yer almaktadır. 2030 yılında kişi başına düşen 1.100 m³ kullanılabilir su miktarıyla, Türkiye su sıkıntısı çeken bir ülke durumuna gelebilecektir.
Diğer yandan ekonomik büyüme, nüfus artışı, üretim ve tüketim alışkanlıkları su talebini artırmaktadır. Ülkemiz mevcut su miktarı; artan talep, kuraklık ve su toplama havzalarındaki kirlenmeye bağlı olarak giderek su ihtiyacını karşılayamaz hale gelmektedir. Suyun tasarruflu kullanımı her alanda özellikle Gayrimenkul Projelerinde bir gereklilik haline gelmiştir. Bu gerekliliği dikkate alan projeler, hem kullanıcılara hem de ülkemize katma değer yaratacaktır.
Hülya Uğuz Yedievli
Yazar, Ekonomist, Gayrimenkul Geliştirme Uzmanı
Bugün oldukça popüler bir park olan Park Güell, orijinalinde bir gayrimenkul geliştirme projesi idi. 1900 – 1914 yılları arasında Barselona burjuvazisine yönelik villalardan oluşacak projede sadece iki villa satılabilmiştir. 1922 yılında proje arazisi belediyeye satılmış ve 1926 yılında Park Güell adıyla park ve müze olarak hizmete açılmıştır.
Yapıldığı döneminde talep görmeyen, bugün dünyanın her ülkesinden yüzbinlerce turistin ziyaret ettiği, 1984 yılında Unesco’nun dünya mirası olarak korunmaya aldığı, bu proje başarılı mı, başarısız mı? Sizler karar verin: Barselona, merkezinde 1,6 milyon nüfusu barındıran, ilçe belediyeler ve diğer bağlı bölgeler ile birlikte metropoliten alan nüfusu 4 milyona yaklaşan; toplam nüfusu 44 milyon olan İspanya’nın, Madrid’den sonra ikinci büyük kentidir. Barselona’nın nüfusu 1800 yıllardan itibaren oldukça hızlı artmıştır. 1800 yılında nüfusu 115 bin olan kentin 1900 yılındaki nüfusu 500 bine ulaşmıştır; 1930’a gelindiğinde yaklaşık 1 milyondur.
Barselona'nın hızlı büyümesine neden olan sanayileşme, kalabalık bir ortam, sağlıksız yapılar ve yoğun hava kirliliği problemini doğurmuştur. 1860’larda şehrin bütün etrafını saran şehir duvarları yıkılmış ve mühendis Ildefons Cerdà tarafından tasarlanan, Eixample bölgesine şehrin genişlemesini öngören şehir planı kabul edilmiştir. Avrupa'nın en büyük 19. yüzyıl kent geliştirme projesi olan bu plana uygun olarak Barcelona 1860 yılından bu yana olağanüstü bir şekilde büyümüştür.
Park Güell’in Hikayesi
Güell Parkı (Park Güell), Katalonya’nın ve Katalan Modernizmi (Art Nouveau) Sanatı’nın en önemli temsilcisi Antoni Gaudi’nin Eusebi Güell adında bir sanayici iş adamının talebi üzerine tasarladığı gayrimenkul geliştirme projesidir. Proje 1900 yılında başlar ancak projedeki villalardan sadece ikisi satılır. 1914 yılında 1. Dünya savaşının getirdiği finansal sıkıntılarla proje ticari açıdan başarısızlıkla sonuçlanır.
Eusebi Güell, Muntanya Pelada (çıplak dağ) olarak bilinen bölgede; şehrin bu bölgeye doğru gelişeceğini düşünerek 17 hektarlık alana bahçe kent yaklaşımı ile Barselona burjuvazisine yönelik bir gayrimenkul geliştirme projesi yaptırmak istemiştir. Tepe konumu ile Akdeniz ve Barselona Ovası'nın muhteşem manzarasına sahip, temiz havası ile rakipsiz arazi için çalışmalarını takdir ettiği ve desteklediği Gauidi ile görüşmüştür. Projede yüksek kalitede villalar inşa edilmesinde, son teknolojilerin kullanılmasında, maksimum konforun sağlanmasında ve artistik bir yaklaşımla bütünleştirilmesinde anlaşmışlardır. Güell, proje içinde yeşil alanların korunması ve geliştirilmesine çok önem vermekteydi. Güell ve Gaudi projenin bir park içinde olması konusunda hemfikirdiler. Bu nedenle arazide oldukça az doğal yeşilliklerin korunması ve su sıkıntısına önlemler de projeye eklenmişti. Güell, İngiltere’de yeni bir akım olan “bahçe kent” modelinden etkilenmiş ve bu nedenle projeyi de “Park Güell” olarak İngilizce isimlendirmiştir. Gaudi, 60 villa ve sosyal tesislerden oluşan bir proje hazırlamıştır.
Arazi üçgen biçimli parseller şeklinde 60 adet parsellerden oluşmaktaydı. Binaların yapım şartnamelerini, kurallarını oldukça kısıtlayıcı tanımlamışlardı. Sadece 60 adet bina yapılabilirdi; Binalar, birbirinin deniz manzarasını ve güneş ışığını kesmeyecek şekilde yapılmak zorundaydı, binaların yüksekliği de belirlenen kriterlere uymak zorundaydı. Yollar ve geçitler doğanın içinde kaybolan bir şekilde tasarlanmalıydı.
Ekim 1900’de başlayan çalışmada dik bir topografyaya sahip arazi çeşitli seviyelere ayrıldı. Gaudi, çocukluğunda yaşadığı kırsal kesimde öğrendiği sulama sistemlerine dayanan su toplama ve depolama sistemleri tasarladı. Mevcut keçi boynuzu, zeytin ağaçları ve bitkileri korumaya ve yeni dikilen ağaçların mümkün olduğunca az su istemesine özen gösterdi. Ekolojik mimarinin öncülerinden Gaudi, yeni ağaçların dikilmesi ve büyütülmesi, yağmur sularının toplanarak yeniden kullanılması ve doğal yaşamın geliştirilmesine çok dikkat etmiştir. Hem bitki örtüsünün geliştirilmesi hem de yağmur sularının toplanması sayesinde ağır Akdeniz yağışlarının neden olduğu toprak aşınması önlenirken aynı zamanda mülk sakinleri tarafından ihtiyaç duyulan su da sağlanmıştır. Bugünkü yeşil ve çok güzel park alanı bu çalışmaların sonucudur.
Park Güell İnşasında Aşamalar
Kentin o bölgeye doğru genişlemesi, temiz havası, yakındaki otobüs durağı, tasarımcısının dönemin başarılı ve eşsiz çalışmaları ile dikkat çeken Gauidi olması vb. unsurların satışların olumlu etkileyeceği düşünülmüştü.
Gaudi, projede satılan iki villayı da kendisi tasarlamamıştır, projenin bütünsel tasarımını ve ana giriş merdivenini ve pazar alanını, buluşma ve park alanlarını, araç bekleme alanını, yolları ve viyadükleri yapmıştır. Gaudi'nin tasarladığı alanlar çok bariz bir şekilde belli olmaktadır. Gaudi Park Güell’in girişinde masalsı ve büyüleyici ve ana giriş kapısının iki yanında bulunan binaların sol tarafında çalışanların kaldığı, bugün müze olarak kullanılan villası; sağ tarafta ise müşterilerin ağırlandığı, içinde telefon bulunan, bugünkü deyimle satış ofisi ile karşılaşmaktasınız. Yine hemen merdivenlerin sağında arabaların getirilmesini beklerken yağışlardan etkilenilmemesi amaçlı yapılan bekleme alanı bulunmaktadır.
Binaların önündeki geniş alandan merdivenlerden yukarı çıkarken parkın simgesi haline gelen, trencadi işçiliği ile yapılmış ejderha (the dragon), şelaleler ve yukarı çıkıldığında karşılaşılan 84 sütundan oluşan pazar yeri olarak kullanılması hedeflenen alanı görürsünüz. Bu alanın üst kısmında da bütün Barselona ve deniz manzarasının seyredildiği projedeki yaşayanların bir araya gelebileceği sosyal alan olarak tasarlanmış, etrafı kıvrımlı uzun bankla çevrelenmiş alana gelirsiniz. Gaudi bütün çalışmalarında ergonomi, ekoloji, sosyoloji ve sürdürülebilirlik konularında en üst düzeyde detaylı çalışmalar yapmış bunları da sanatsal bir şekilde sunmuştur. Gauidi, doğadan ilham alarak tasarladığı Park Güell’in tasarımında yumuşak dairesel köşeler, ağaçlara benzeyen sütunlar ve geçişlerden, bol ve farklı özellikteki ağaç ve bitkilerden oluşmaktadır. Arazinin çorak ve taşlık olmasından faydalanan Gaudi, arazideki taşları üzerinde kuş yuvalarının bulunduğu yollar, arkadların yapımında değerlendirecek şekilde tasarım yapmıştır. Gauidi, projede özellikle ekolojik mimari yaklaşımını uygulamıştı.
Projede iki villa inşa edilmiştir. İlk villayı, 1902’de Güell'in arkadaşı Avukat Martí Trias almıştır. Projede satışları hızlandırmak amacı ile Gaudi'nin yardımcısı Francesc Berenguer tarafından tasarlanan örnek villa inşaa edilmiştir. Güell'in önerisiyle Gaudi 1906 yılında hem havası çok temiz olan bu bölgede yaşamak hem de çalışmaları yakından kontrol etmek amacı ile babası ve yeğeni ile yaşamak üzere bu villayı satın almış ve taşınmıştır. 1907’de Eusebi Güell proje içinde yer almasını düşündüğü eski bir binayı (Casa Larrard) kendi yaşamak istediği malikhaneye dönüştürdü. Bugün devlet okuluna dönüştürülmüş bu malikhane ve projenin girişindeki geniş alan, projenin tanıtımı amacıyla Barselona’daki birçok kutlama ve sosyal etkinliğe ev sahipliği yapmıştır.
Villaların bulunduğu arazinin satışındaki karmaşık şartlar, projenin yüksek fiyatlandırılması, projenin tepede ve şehirden uzakta olması nedeniyle ulaşım zorluğu, o güne kadar zengin kesimin alıştığından farklı ve çok özgün özelliklere sahip olması projenin yeterince ilgi görmemesine sebep oldu. Birinci Dünya Savaşı nedeni ile ekonomik gücün azalması sonrası 1914’de çalışmalar bırakıldı. 60 villadan sadece ikisinin satılması ile arazi büyük bir bölümü boş kaldı; zamanla turistlerin de ilgisini çeken, ziyaret edilen bir bölge haline geldi.
Eusebi Güell’in ölümünden sonra mirasçıları parkı, 1922 yılında Barselona Kent Konseyi'ne satmayı teklif etti. 1926'da belediye parkı olarak açıldı ve Güell ailesinin malikhanesi Baldiri Reixac adlı öğretmenin adını taşıyan bir devlet okuluna dönüştürüldü.
Park Güell’in içinde yer alan Gaudi'nin evi müze olarak (Gaudí House Museum) 1963 yılında açıldı. Halen parkın büyük bir kısmı halka açık ücretsiz olarak hizmet vermektedir. Proje, 1969 yılında sanatsal bir anıt olarak tanınmış ve 1984 yılında UNESCO tarafından dünya mirası listesine dahil edilmiştir.
Şimdi siz karar verin proje başarılı mı oldu başarısız mı?
Güell ve Gaudi’nin doğaya olan sevgi ve saygıları, çok detaylı çalışmaları, pazarlama aktiviteleri ve arazilerini paylaşımları, Gaudini dehası bugün çalışmalarını çok farklı şekilde başarılı kılmıştır. Park Güell'in hakkında aldığım bilgiler ve gözlemlerim, bana ülkemizin farklı bölgelerinde yapılan projeleri düşündürdü. Büyük finansal kaynağa ve başarılı bir mimar ile çalışılsa da talep, ulaşım olanakları, yer seçme ve fiyatlandırma gibi farklı parametrelerin de projelerin başarısını ne kadar çok etkilediğini düşündüm. Gayrimenkul projelerinde, projenin özellikleri ne kadar iyi tasarlanmış olsa dahi yerin doğru seçimi, ulaşım olanaklarının projeye olan talebe etkisinin tespiti ve en önemlisi fiyatlandırmanın doğru yapılmasının önemini çok net bir şekilde gösterdiği için Güell Parkı hakkında gözlemlerimi ve araştırmalarımı sizlerle paylaşmak istedim.
Gayrimenkul projelerinin geliştirilmesinde disiplinler arası çalışma, pazar araştırması ve talebin analizi çok önemlidir. Ülkemizdeki gayrimenkul projelerin geliştirilmesinde sürecinde disiplinlerarası çalışmaların artması, bütünsel tasarım, pazarlama ve yönetim sürecinin projelerin planlama ve tasarım aşamasına dahil edilmesini, her unsurun tüm boyutları ile değerlendirilmesini ve bütün projelerin başarılı olmasını dilerim.
Hülya Uğuz Yedievli
Ekonomist, Gayrimenkul Geliştirme Uzmanı
Fotoğraflar ©Hülya Uğuz Yedievli
Şubat 2018 Barselona Teknik Gezi Notları
Gayrimenkul sektöründe sürdürülebilirlik konusunu ele alacağım yazı dizisinin ilk bölümünü sizlerle paylaşmaktan memnuniyet duyuyorum.
Tarihsel olarak bakıldığında, sanayileşmiş ülkelerin kalkınması, üretime dayalı olarak gerçekleşmiştir. Gelişmekte olan ülkeler de bu durumu örnek alarak kalkınma hamlelerini üretim ve ekonomik büyüme ağırlıklı olacak biçimde planlamışlardır. İktisadi büyümeyi insan refahının temeline oturtan yaklaşımlar, sadece materyal tüketimine dayanan unsurların yaşam standartlarını artırdığını kabul etmişlerdir. Bu nedenle insan refahını artırmanın tek yolu olarak gördükleri büyümeyi, koşulsuz olarak teşvik etmek gerektiğine inanmışlardır. Ancak 1970'lerin başlarında, gelişmekte olan ülkelerde artan yoksulluk, gelir dağılımını iyileştirme çabalarının artışını gerektirmiştir. Bu doğrultuda kalkınma paradigması, sosyal bölüşüme yönelik hedeflerin ekonomik etkililik hedefinden ayrılarak onun kadar önemsenmesini sağlayacak biçimde değişmiştir. Bunun yanında, 1980'lerin başında, kalkınmanın önündeki temel engelin çevresel bozulma olduğunun anlaşılmasıyla çevresel hedefler de kalkınmanın bir diğer unsuru haline gelmiştir.
Artan dünya nüfusu ve ihtiyaçları ile doğal kaynak talebi günden güne daha da artmış, doğanın "taşıma kapasitesi” sınırına dayanmış ve hatta aşmıştır. Bu durum ekonomik kalkınmanın doğal kaynaklara yönelik ihtiyacını ve çevreyle olan bağlantısını göz önüne koymuştur. Böylelikle de kalkınmanın sürdürülebilirliği tartışılmaya başlanmıştır.
Sürdürülebilirlik kavramı ilk defa 1972 yılında, Stockholm'de yapılan“İnsan Çevresi Konferansı”sırasında kullanılmaya başlanmış, konferans sonunda Stockholm Çevre Bildirgesi yayınlanmıştır. Bunu 1976'daki Barcelona Sözleşmesi izlemiştir. 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından yayınlanan, Ortak Geleceğimiz (Our Common Future) olarak adlandırılan ve Bruntland Raporu olarak bilinen rapor ise sürdürülebilirliğin günümüzde de kullanılan tanımını ortaya koymuştur.
Sürdürülebilirlik; doğa ve toplum arasında oluşan her boyuttaki ve her türlü ilişki ve etkileşimin, gelecek nesillerin hakları gözetilerek, ekosistemlerin devamlılığının sağlanması; bu ilişki ve etkileşimleri oluşturan her bir öğeye yaşam desteği verilmesi ve korunması ile geleceğe aktarılabilmesi” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım ekosistemlerin sürekliliğini ön planda tutmakta, çok boyutlu bakabilmeyi getirmekte ve toplumsal ilişki ve etkileşimleriyle birlikte düşünülmesini sağlamaktadır.
Bir başka ifadeyle çevresel açıdan refah olmadıkça toplumsal ve ekonomik açıdan da refahtan söz edilmesi mümkün değildir.
Bir sonraki yazımda Gayrimenkul Sektörü ve Sürdürülebilirlik konusunu ele alacağım. Hoşça kalın.
Hülya Uğuz Yedievli
Ekonomist, Gayrimenkul Geliştirme Uzmanı
Merhaba, bu yazımda sürdürülebilirlik anlayışının gayrimenkul sektörünü nasıl etkileyeceğini ele alacağım.
Artan dünya nüfusu ve ihtiyaçları, doğal kaynak talebini günden güne artırmış, doğanın "taşıma kapasitesi” sınırına dayanmış ve hatta aşmıştır. Bu durum, ekonomik boyutta kalkınmanın doğal kaynak ihtiyacı ve çevreyle olan bağlantısına dikkatleri çekmiş, kalkınmanın sürdürülebilirliği (1) tartışılmaya başlanmıştır.
Sanayi devrimiyle birlikte, 19. yüzyılın başlarında şehirlerde yaşayan insanlar toplam dünya nüfusunun yüzde 10'unu oluştururken, bugün bu oran yüzde 50'lerin üzerine çıkmıştır. Hızlı ve plansız kentleşme, çevre sorunların kaynağını oluşturmuştur. Bu nedenle şehirler çevre sorunlarının başlangıç noktalarından birisi olarak sayılmaktadır ve sürdürülebilirliğin sağlanmasında kritik öneme sahiptirler. Hızlı ve plansız kentleşme, başta çevre kirliliği olmak üzere, doğal bitki örtüsü ve toprak kaynaklarının bozulması, su kaynakları ve içme suyu azalması, biyoçeşitliliğin tahribi ve ozon tabakasının zarar görmesi, küresel ısınma ve iklim değişikliği, gibi büyük sorunlarla beraber yoğun miktarda atık sorunu da doğurmuştur.
Yapı endüstrisi, bina yapım ve kullanımı açısından doğal kaynakların aşırı tüketiminden çevre kirliliğine kadar uzanan problemlere sebep olmaktadır. Binalar yapım ve kullanım süreçlerinde; dünyadaki tatlı su kaynaklarının yaklaşık yüzde 16'sı, ağaç kaynaklarının yüzde 25'i, malzeme kaynaklarının yüzde 30'u, enerji kaynaklarının yüzde 40'ı tüketilmektedir. Toprak israfının yüzde 40'ı inşaat süreci ve devamında açığa çıkan atıkların depolanması sonucu meydana gelmektedir. Elektrik tüketiminin yüzde 71'i ve toplam katı atığın yüzde 40'ı yapı sektörü kaynaklıdır. Günümüzde yapı sektörü, ekolojik ayak izi (2) artışında diğer sektörlerin önündedir. Küresel ısınmaya neden olan CO 2 salımının yüzde 35'i inşaat kaynaklıdır. Stratosferdeki ozon tabakasında azalmaya neden olan kimyasalların yüzde 50'si bu sektör tarafından üretilmektedir. Bu nedenle nihai enerji tüketimi ve sera gazı salımlarının önemli ölçüde düşürülmesi için binaların inşaatında kaynakların daha verimli kullanılması ve yenilenebilir enerjiye daha çok önem verilmesi şarttır.
Türkiye’de enerjinin yaklaşık yüzde 40’ı binalarda tüketilmektedir. Binalarda tüketilen enerjinin büyük bir kısmı (yaklaşık yüzde 70-80) ısıtma ve soğutma amaçlı, geriye kalan kısmı (yaklaşık yüzde 20-30) ise aydınlatma ve elektrikli cihazlarda kullanılmaktadır. Benzer şekilde, Türkiye’de tüketilen toplam elektriğin yaklaşık yüzde 43’ü binalarda, yüzde 25’i konutlarda kullanılmaktadır ve binalar enerji tüketiminde sanayi sektöründen sonra ikinci sırada yer almaktadır.
İnşaat sektörü açısından sürdürülebilirlik; çevre dostu, daha az enerji tüketen, daha az CO 2 salımı yapan ya da daha az atık üreten binaların tasarımı ve yapımı ile sınırlı değildir. İnşaat sektöründe kullanılan malzemelerin üretiminin de sürdürülebilirlik kriterleri ile uygunluğu önemlidir.
Sürdürülebilirlik ve Gayrimenkul Sektörü ilişkisi, gayrimenkul projelerinin fikir aşamasından başlayarak; projelerin sürdürülebilirlik yaklaşımına uygun olmasının sağlanması, doğal ve enerji kaynaklarını en etkin biçimde kullanılması, disiplinler arası çalışma gerçekleştirilmesini, yer seçiminden tasarıma, çevreye zarar vermeyen/en az zarar veren malzemelerle inşadan, projelerde yaşam başladıktan sonra kaynak ve atık yönetime kadar geniş kapsamda ele alınmasını gerektirmektedir. Detaylarını bir sonraki yazılarımda ele alacağım. Hoşcakalın.
Hülya Uğuz Yedievli
Ekonomist, Gayrimenkul Geliştirme Akademisi Kurucusu
Ekonomist, Gayrimenkul Geliştirme Uzmanı
NOTLAR
(1) 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından yayınlanan, “Ortak Geleceğimiz” olarak adlandırılan rapor (Bruntland Raporu olarak da bilinir), sürdürülebilirliğin günümüzde kullanılan tanımını ortaya koymuştur: Sürdürülebilirlik; doğa ve toplum arasında oluşan her boyuttaki ve her türlü ilişki ve etkileşimin, gelecek nesillerin hakları gözetilerek, ekosistemlerin devamlılığının sağlanması; bu ilişki ve etkileşimleri oluşturan her bir öğeye yaşam desteği verilmesi ve korunması ile geleceğe aktarılabilmesidir.
(2) Ekolojik Ayak İzi: Mevcut teknoloji ve kaynak yönetimi ile bir bireyin, topluluğun yada faaliyetin tükettiği kaynakları üretmek ve yarattığı atığı bertaraf etmek için gereken biyolojik olarak verimli toprak ve su alanıdır. Biyolojik üretken toprak; tarım arazileri, ormanlar ve balıkçılık yatakları gibi alanları içerirken çöller, buzullar ve açık denizleri kapsamı dışında bırakmaktadır.